Ses bir iki… ses bir iki…


Ses çıkarmak en büyük derslerimden biri olmuştur. Sesimi duymak, ona alışmak, kendimi korkmadan ifade etmek, bunları yapabilmek için de kendimi olduğu gibi kabul etmek. Bu konuda uzun zamandır yazmak istiyorum ancak konu yaşamıma ve yürüdüğüm yola öylesine yayılmış halde ki bir yerinden tutup çektiğimde tüm hayatım onun peşi sıra gelmeye başlıyor ve öyle birkaç sayfada anlatılabilecek bir şey olmaktan uzaklaşıyor. Halen öyle. Ancak yine de bir yerinden tutmak, en azından bir başlangıç yapmak istedim Nefess Yoga’nın da sayesinde.

Genel olarak bizler tekniklere ve bilgi birikimlerine inançla yaklaşmaya yatkınız. Örneğin “Astrolojiye inanmıyorum” cümlesine hep aynı yanıtı verdim: “Astroloji inanç değil, bir bilgi sistemidir, inanman gerekmiyor, öğrenip, kullanman yeterli.” Akrep burcuyum, kuzey ay düğümüm de akrep. Akrebin en takıntılı olduğu konular derinlik, seks, ölüm, doğum, sırlar ve gizem üzerine. Görünmeyeni görmek ve gerektiğinde kendinden bile saklamak akrep için ata sporu gibi bir şey. Biraz da o yüzden kendini göstermeyi bir marifet olarak hiç düşünmedim büyürken. Bu durumu seçtiğim koşullar da destekleyince zamanla bir sır kutusuna dönüştüm. İnsanların bakışlarından, vücut dilinden, defalarca dinlediğim hikayelerinden, başkaları hakkındaki söylemlerinden, söyleyeceklerimle ilgili ne tepki verebileceklerini tahmin etmeye çalışır, genelde de “boş ver sus” kararıyla, durmayı tercih ederdim. Kendimi ifade etmeyi erteledikçe kendimden de uzaklaştım. Çok uzun yıllar bir zihin gözüyle dışarıdan izleyerek geçirdim kendimi. Ne hissettiğim veya ne yapmak istediğimden daha çok nasıl göründüğüm ve başkalarının benim hakkında ne düşündüğü idi odak noktam. Sanki bir sahnede sergilenen bir oyundu yaşamım ve göstereceğim performansa göre alkış alacak veya yuhalanacaktım.

İnsanları beni tanımadıkları ya da anlamadıkları için bol bol suçladım, sanki ben kendimi tanıyormuşum ya da anlatmışım gibi. Genelde paylaştıklarım, zaten çözdüğüm sorunlar ve ne kadar güçlü, akıllı veya harika olduğumu gösterecek şeyler olurdu. Tabi ki benim algıma göre. İkilik yaşamıma öylesine yayılmıştı ki, dışarıdaki Öznur ile içerideki Öznur yolda karşılaşsalar birbirlerini fark bile etmeden yürüyüp gidebilirlerdi. Bu uzaklık içimde sesimin eko yaptığı bir boşluk duygusu yaratıyordu. Kendimi yapayalnız hissediyordum, bırakın başkalarını bir “ben” bile yoktu ortalıkta. Kendimi tanımıyor, korkularımın ışığında kararlaştırdığım yöntemlerle başkalarının seveceği insan olmayı tercih ediyordum. Koşullu sevgiye dayanan ilişkilerde çok uzun süre kaldım. “Şimdi ben kimim?” sorusu kendimi aramaya başladığım zamanlardan bugüne kadar, kendi kendime sormayı en çok sevdiğim soru oldu sanırım. Sordukça yanıtlar görünür olmaya başladı. Ben sandığım çoğu şeyin, bir başkasının zevki, duygusu, seçimi veya isteği olduğunu fark ettim. Her farkındalık bir şaşkınlık o da büyük bir mutluluk getirdi, halen de getiriyor çok şükür.

Bu sır mevzusu tabi ki çift taraflıydı. Ben ne kadar kendimi göstermek istemiyorsam insanlar da o oranda bana sırlarını anlatmak istiyordu. Çocukluk ve gençlik dönemlerimde baya ilginç gelirdi bu durum. Sonradan bir arkadaşım benimle tanıştığı ilk günden bahsederken şöyle bir cümle kurmuştu: “seni gördüğüm anda içimden şöyle dedim: İşte bütün sırlarımı anlatıp rahatlayabileceğim insan bu, sonunda onu buldum!”. Yıllar geçtikçe ve biraz da yaşamıma reiki girdikten sonra, bu durum çılgınlık seviyesine ulaştı. Bir gün toplantı için gittiğim bir binanın asansöründe hiç tanımadığım bir adam, dalgın dalgın bir süre kapıya baktıktan sonra, bana dönüp: “Çocuğum aslında benden değil ve bunu kimse bilmiyor” demişti. Ben de ne olduğunu hatırlamadığım bir şeyler söyledim adama. Tam da cümlelerim bittiğinde asansörün kapısı açılmış ve adam “sana söylemek çok iyi geldi, teşekkür ederim” diyerek asansörden inmişti. Başka bir gün yemek yediğim lokantanın tuvaletinde ellerimi yıkarken yanıma gelen kadın “kocam başka kadınlarla yatıyor ve işin tuhafı hiç umurumda değil” demişti. Ona da bir şeyler söyledim. Bir tezgahtar “çocukken hep dayak yedim”, dolmuş kuyruğundaki adam “karım benden nefret ediyor”, bankta oturan hacı amca “benim küçük oğlan kumar oynuyor”... İlk zamanlarda bu konuşmalarda verdiğim cevaplardan hem etkileniyor hem de büyüleniyordum. Benim konuşmadığım çok aşikardı, tanımadığım insanlarla rahat konuşabilen bir insan değildim hoş tanıdığım insanlarla da değildim ya. Rahatlığın ötesinde, verdiğim cevaplardaki bilgelik, normalde sahip olduğum bir durum değildi. Sanki günlük hayatımda hiç uğramayan, içimde konaklayan bir bilge vardı ve böyle durumlarda bir veli gibi yavaşça öne geçiyordu. Yıllar geçtikçe bunun, yüksek benlik diye tanımlandığını anladım.

İnsanları dinledikçe kendimi de görmeye başladım. Herkesin sorunu ayrı gibi gözükse de altında yatan zihinsel kalıplar, ve korkular benzerdi. Başkalarında rahatlıkla görebildiğim bu kalıplarla aslında ben de boğuşuyordum ve onlara söylediğim her şey bana da ışık oluyordu. Bu sayede ifade etmenin şifası ile buluştum. Önce dinleyerek, bir süre sonra ise anlatarak, adım adım kendimi de keşfetmeye başladım. Kendi gerçeğimi ifade ettiğimde, taşıdığım yükün nasıl hafiflediğini de gördüm. İlk zamanlarda, kabul edilmeme, sevilmeme, dalga geçilme, iddia ettiğim gibi olmadığımın anlaşılması gibi fantastik korkularla boğuşurken, sesim ne kadar çıkıyordu, kim ne kadarını duyuyordu bilemiyorum. Yürüdükçe daha şeffaf olmaya niyet ettim hep. Bu niyet çok güzel insanları çekti hayatıma, onlardan da miras alarak kendimi ifade etmeyi, kendim gibi olabilmeyi öğrendim ve öğreniyorum. Ağzımı açarsam ölecekmişim gibi hissettiren duygu, zaman içinde dağılıp, hafifledi. İşin güzel yanı ben kendimi ifade ettikçe yaşamım da dönüştü. Zihin sesim sustu. Sonuçta içinde tuttuğun her şeyle kafanda kavga etmeye devam ediyorsun. Biraz da bu yüzden hiç susmayacakmış gibi duran bir kafa sesimiz var diyebilirim.

Şimdi şöyle bir düşünün, kendinizle ilgili söylemek istediğiniz ancak çok korktuğunuz şey veya şeyler nedir. Hani şu zihninizden geçenler, geceleri sizi uyutmayanlar, içinizi sıkıp sizi hareketsiz bırakanlar, korkular, olmayacakmış gibi duran hayaller, bitmeyen kızgınlıklar... Bir kağıt ve kalem alın ve onları yazın, görmekten korkmadan, pozitif veya negatif takılmadan sadece aktarın kağıdın üstüne. Ardından biraz zaman verin kendinize, isterseniz bir meditasyon yapın veya sevdiğiniz bir şeyle meşgul olun ve sonra, tekrar kağıdı alın elinize. Yüksek sesle okuyun, sesinizi duyun. Okurken, isterseniz ağlayın, isterseniz gülün, duygularınızın nasıl olması gerektiğine karar vermeyin, sadece geleni yaşamaya çalışın. Kendinizi hazır hissettiğinizde o listeden bir maddeyi seçin, sonra da onu yaşamınızdaki diğer insanlara ifade etmeye başlayın. Yüksek sesle, kalpten gelen bir kabulle. Kişi bence bir kez kendini kabul etmeye başladığında diğer herkes ve her şeyle de gizli bir anlaşma imzalamış gibi, hiç beklemediği bir konfor alanında buluyor kendini.

Sanırım en büyük korkularımızdan biri kendimizi koşulsuz sevip kabul etmediğimiz gerçeği ile yüzleşmemiz. Oynadığımız rollere o kadar alışmışız ki, onların konfor alanından çıkmak zorunda kalacağız diye ödümüz kopuyor. Peki şimdi biz kimiz? Aslında her gün, bizden beklenen aynı şeyleri, aynı şekilde yaparken, aynı konuşmalar, aynı duygular, aynı doğrular ve yalanlar içinde sanki bir sahnede, elimizde yazılı olan bir rolü layığıyla yerine getirmeye çabalamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Zaman geçtikçe, biraz daha yoruluyor, biraz daha çaresiz hissediyoruz. Bir şeylerin değişmesini istiyoruz ancak değişimin getireceklerinden de korkuyoruz. Ya bizi izleyen o kalabalık yapmak istediklerimizi onaylamazsa, ya başarılı olamazsam, ya yalnız kalırsam, ya sevilmezsem, ya pişman olursam… Bir kez ses çıkarıp gerçeğimizi ifade etmeye başladığımızda, sahnenin ortasındayken birden tüm ışıklar yanıyor ve bizi izleyen, bizden başka kimse olmadığını fark ediyoruz. Bu durumu anlamak, beni çok rahatlatmıştı. Tabi ki yaşamım bu anlayışla hemen değişmedi, kendimi keşfetmek ve oynadığım rollerden sıyrılmak için uzun ve güzel bir yol yürüdüm. Aynı dönemlerde genellikle gece yatmadan önce kurduğum, en sevdiğim hayallerimden biri şöyleydi: Sahnedeyim, ancak bu kez oyun bitmiş, ışıklar yanmış, beni izleyen ben’ler şaşkınlıkla koltuklarından bana bakıyorlar. Önce hepsine, gülümseyerek, güzel bir selam veriyorum. Kimseden çıt çıkmıyor. Sakince, üstümdeki kostümü ve makyajı çıkarıp, sahneden iniyorum. Biraz yorgunum ama ayaklarım hafif, içimde bir sıcaklık, ağaçlı bir yoldan eve doğru yürüyorum.

L. Öznur Açıkalın